23 Haziran 2011 Perşembe

La Strada


buluyordum derunî izini,
dağda ve adada...
iki mümtaz mekanda,
denizin sınırında,
seziyordum narin siluetini...

"bir memlekete,
denizden usul usul sokulmak
yolun en güzeli;
dağ ve ada,
insan olmuşun yegâne âlemi;
vakıa dil ve akıl da,
varlığın sıkıcı evi!"
dememiş miydin hem sen,
Ay durağında, o buluşma vakti, içli içli?

elhamdülillah, hava camdı o ikindi.
ve ruh sakin, coşkun, tiryaki...
ah o engin zamanlar,
ruhun öyle tok olduğu anlar,
filhakika külüstür dünyanın
ve pejmürde uygarlığın tadı tuzu,
hatta tek avuntusu değil miydi? 

Rodos'tan dönmek ziyadesiyle zordu.
Helios'un batışını görmek,
kor topu, ufukta, anbean sektirmek
ya Rabbim, ne kadar da hoştu!
ufuk demişken, bana manası
denizin göğe tutkunluğu
ve vuslatın Cebrail kanatlı çocuğuydu.

Dedenin haçı sarsıcı ve mahzundu.
tahtadan iki sırık,
birbirine urganla bağlı tuhaf ısırık.
bütün haçlar gibi,
gerçeğe ihanetin bedbaht kamburuydu.

Dedenin mezarı ruhani ve nurluydu.
bakarken gözlerinden,
alabildiğine uzanan bağları ve zeytinlikleri,
dağlı Zeus'un memleketini,
İda'yı, kuşları, denizi,
hayalimdeki Akdeniz'i seyretmek
ömrümün nadide duygusuydu.

eşsiz bir çiçeği kokluyordum.
mavi bir kokunun peşinden
dağlar ve adalar arşınlıyordum.
yetmiyordu, yetmiyordu.
sonsuz sokakları
müebbete kadar arşınlamak,
ar-şın-la-mak istiyordum.

Rodos'ta kıbleye dönmek,
Hafız Ahmet Ağa kütüphanesinde
adın yazılı eseri görmek,
Ay sımsıkı tutulurken
ve zefir hür başlarda eserken,
yıldızlar arasında yürümek istiyordum.
daracık sokaklarda mavi ışığı,
volkanik manzaralarda sarı sabırı,
kadim kalelerde kara sevdayı sevmek,
sevmek sevmek sevmek
muhabbete kadar sev-mek istiyordum.

sevdikçe istiyor,
istedikçe seviyordum.

-- beklenince gelen şeyleri,
fani bir daüssıla ve baki bir şükranla kucaklıyor,
öp öp öp öpüyordum.
ve o sokakta bekliyordum külâhım --

[Fotoğraf @Girit, Nikos Kazancakis'in mezarı başı]


7 Haziran 2011 Salı

Billûr


Recep girdi, hava temizlendi.
karadaki ve denizdeki bozulma
iki bin yıl önceden haber verildi.
sahiden, iki bin yıl ne demekti?
bir yılın dahi, manasını bilmeyen,
iki bin yılın, sayısal değil sözel,
sözel değil içsel nüvesini
nasıl anlayabilirdi?
çoktan göçmüş biriyle:
bir bask ya da bir afroamerikan,
veyahut bir farsi ile,
dava uğruna yaşamanın sahiciliğini
nasıl konuşabilirdi?
uykunun en tatlı yerindeyken
birden, nasıl uyanabilirdi?

olabiliyordu bunlar bazan,
bazı seher vakitleri.
hava neta, aylandız şahika,
dimağ beta, keyif keka,
ohh ne âlâ iken.
ayıklanmış, damıtılmış,
paklanmış, yunmuş,
her zerre halas olmuş
bazı bazı an dilimleri,
duyulabiliyordu sesin sesi.
dinlebiliyordu kimi,
müzikal yaşamın senfonisi,
melodram hayatın peşrevi,
romantik ölümün saz semaisi.

tadılabiliyordu bazan
tregedyanın billûr sükûneti...

[Fotoğraf @Bezm-i Âlem, Dolmabahçe]

Qualia

ölüversen öyle zahmetsiz bebek gibi, çocuk gibi memeden yeni kesilmiş adın okunan yüzünde tamam bir gülümseme boran fırtınan dinmiş  ateşin ...