
ahh...
göğü kaldırsan başımdan da
uzanıp kendimden yukarıya
baksam uzay boşluğuna.
uzay boş mu dolu mu
anlasam ilk bakışta, bir çırpıda.
günlerden cuma
bulutlardan nimbus.
cemrelerden hava
tınılardan barokus.
hayallerden Akdeniz
gemilerden Magellanus.
hâl, yükseklerde sırdan sirrus
âdeta saçaklanmış bir varoluş.
o bulutlar
o gönderdiğin bulutlar
direksiz göğü kaplayanlar,
gökyaşını kalbe mi taşıyorlar?
yoksa kalpten taşanı toplayıp
denize mi karıştırıyorlar?
müphem sualleri zihne çarpıp
muğlak cevaplara mı bölüyorlar?
o billûr umudu bulutlar
o firuze korkuda mı buluyorlar?
Ay'lı gecelerde,
pavkıran çakalların, hıçkıran tilkilerin
zıplayan turnaların, atlayan ördeklerin
yanında mı uyuyorlar?
elan, yağmur toprağa mı yağıyor,
topraktan ve sudan yapılmışa mı?
hatta, ateş havayı mı yakıyor,
oksijene ve aleve dolanmışı mı?
hava sımsıkı bulutsa da
sen beni kaskatı unutma tamam mı?
***
Bir gülün ardından maziye bakıyorum. Mazide, istikbalin ufkunu ve irili ufaklı yelkenlileri görüyorum. Bulutlarını giyinmiş gökyüzünde birinin yüzünü arıyorum. Kaybettiğim bir imgenin koca bir nimbusa gizlendiği inancı peşimi bırakmıyor. Karşıdaki kara parçalarının hangi adaya veyahut yarımadaya ait olduğunu anlamaya çalışıyorum. Gülün kızıllığı ve yeşilinin canlılığı bana baharın yazla karıştığı günlerden birinde olduğumu anımsatıyor. Akdeniz'in yaz boyu bulut tutmayan berrak ve neta havasına kavuşmama ramak kalması, bereket bana bulutların varlığını unutturuyor. Nasıl olsa Akdeniz'in üzerindeyim, diyorum. Sahi ben en çok Akdeniz'in üzerindeyken mutlu oluyorum. Güle bakarken göğü, göğe bakarken gülü düşünüyorum. Güle bakarken gülü düşünmenin mantığını henüz tam olarak kavrayamamış olacağım ki, hâlâ alanın derinliğinde verenin izlerini arıyorum.
***
Sandalın adı Cüneyit. Cüneytleri böyle okuyorum ben. Cüneyit. Bir cinayeti anımsayıp çağırır gibi... İsmet Baba'nın yanında bir babaya bağlanmış yatıyordu Cüneyit. Kuzguncuk'un irili ufaklı deniz bölmelerinde, eski güzel yalıların ve yeni çirkin villaların arasına sıkışmış deniz çekmecelerinde görmeye aşina olduğum bir manzarada... Çocukluğum hep bu manzarada geçti. Günbatımları benim için daima, kışın Süleymaniye'nin, yazın Galata'nın üzerinde batan güneşin kızıl hayaliydi. Cüneyit'in yaşı benimkinden fazla gibiydi. Çırpıntılı denizde ustalıkla yalpa vurup dinlenmedeydi. Kendinden emin, içindeki denizden emin, birazdan çıkacağı balıktan emin... Dahası dönüp bağlanacağı babadan emin... Cüneyit'in sakinliği ateşimi körükledi. Kimseye çaktırmadan beni denize itiverdi. Ateşin suya kavuşması yaşanmaya değerdi. Bir cinayeti yıkayıp paklar gibi...
***
Önce ağaca çıktım. Sonra buluta...
Kuzguncuk'un sırtındaki koruda, üstümde kundağım, rahmetli anneannemin tıngır mıngır salladığı salıncağımdan yeni inmiştim ki, emeklemeden önce ağaca çıktım, sonra buluta...
Aşağıdan annem bağırdı ve babam: Aman yavrum, in oradan aşağıya!
Anneannem suskun ve güleç, handiyse inme der gibi baktı bana.
Tünedim enikonu buluta, yaşadım rüzgârın peşi sıra.
Ve ne zaman yağmur yağsa indim aşağıya:
Önce anneannemin ruhuna el fatiha, sonra annemle babama sarılmaya...
***
Anımsadığım ilk hatıra, buluttan göğe bakarken duyduğum fırtına:
"Bu çocuk hep göğe bakıyor,
orada istikbalini mi yoksa istiklâlini mi arıyor?"
[Fotoğraf