24 Nisan 2013 Çarşamba

Ölçü



"Ölçülü güzelliğin âşıkıyız."*

kor kütük bir ateş
nasıl da yalayıp yaktı beni
nefsin nefesine nasıl da karıştı
Şeytan'ın bet sesi

ah Mahvedici Melek
karanlıkta akkor sinek
berrak kan, şeffaf ateş
yak yak devam, derinleş

kıyıda bir leş sönmüş yatıyor
kokusu burnumu cart koparıyor
peçesini fırlatıp atıyorum
uzanıp beni yanaklarımdan öpüyor

vakur bir yolcu kulağıma yaklaşıyor
usul usul, salına salına
bir gemi gibi ufuktan yanıma yanaşıyor
bir şarkı doluyor yelkenine
kuzeyden mi güneyden mi
batıdan mı doğudan mı diye
pusula dönüyor bütün yönlere
aşkın iğnesi dokunuyor kalbime
başlıyor rasttan cazz vokaliyle.

dandini dandon dindan
dımdım dırımdım dımdım

aman yanlış anlaşma
aman noksan kavraşma
aman kaskabalık
aman kazkafalık
aman nobranlık
aman dobralık
aman çölde balık
aman tenhada kalabalık
aman gitti kalp
aman eğrildi kart
aman kırıldı harf
aman darıldı zarf
nooluyoruz ya Hû
bu hangi dönme dolabı tavaf?

tantini tanton tintan
çinçin çirinçin çinçin

a yüzü trip hop dabbesi
attığım tripler ürkütsün ruhları heyyo
b yüzünde amane kahvesi
ettiğim amanlar çürütsün lopları yihhu
bu hangi vezin
bu nasıl terazi
bu niçin mizan
bu neyi ölçen izan?

müzik var sus!
kulağında müzik varken konuşmak günah!
kalbinde aşk varken uyumak yasak!
aşk var kalk!

iki güzel adam yaklaşmış yanına
açmış çocuk kalbini boylu boyunca
kin ve haset yok ki orada
bulamayınca şaşırmışlar mı acaba?

sen doğdun geldi bahar
sen geldin güzelleşti orman
bütün çiçekler seni söyledi
ağaçlardan aşk damladı içeri

zeytinin dibinde gömülüydü diri
şıp şıp şıp şıp
delince tabutu aşkın şedit çivisi,
o çivi sudan mıydı ateşten miydi
düşünürken diri dikildi, dile geldi.

belki tutturamadım vakti
belki kırdım garip kalbimi
kalp var mı yok mu merak ettim
buralarda kimse sen değil ki!
elbet anlasaydı biri
kırılan kalbim değil nefsimdi
ihtimal sarılır boynuma
kıran kırana teşekkür ederdi.

kalbi olan bilirdi
kalbi kırmak kolay değildi.
kırmak için önce tutmak gerekti
kim kime kalbini tutturmuş,
kim kendi kalbine ulaşıp tutmuş,
güldürme allasen beni.

kalp kapalı, perde çekili
yeter, bakma gayrı içeri
kofti âmâya yokmuş zırnık mânâ
ister ağla, ister yak gözlerini.

Allah'tan sen geldin hepsi gitti
yıkıldı nefsin kurşun kaleleri
kurudu iblisin katran nehirleri

taştı susuşlar
pişti sabırlar
yandı bağırlar

yürüdüm suya, su yürüdü kana.
dayadım varımı balın yuvasına.
taşıdım yokumu sütün sadrına.
altın rengi benzinde
bembeyaz gözlerin,
suyun ortasında
evire çevire
çevire döndüre
ölçtü beni asasıyla
biçti beni orağıyla.

[Fotoğraf @Elhamra
* Perikles demiş.
"Doğdu ol saatte ol sultan-ı din,
Nura gark oldu semavat ü zemin." Süleyman Çelebi.
Festivali, Kutlu Doğumu, nice bahar vakasını geçtik, onca fırtınayı hissettik, âdeta göç ettik külâhım. Geçerken işimiz, güzel için güzele güzelleme. Göçerken ölçümüz, gülün içinde bülbül dinleme. "O, hevâsından konuşmaz. O kendisine vahyolunan bir vahiydir." Necm, 3-4]

9 Nisan 2013 Salı

Το δίχτυ


flaş! flaş! flaş!
haset, öfke, ihtiras!
bu nasıl bir giriş vays!
leydiler ve centilmenler
işte karşınızda aklınızı alacak
yüreğinizi hoplatıp
nabzınızı yoklatacak
üç belalı arkadaş
üç silahlı yandaş
üç azılı meslektaş!

hasetin muştasıyla yüzünüz dağılacak
öfkenin sustalısıyla ciğeriniz kararacak
ihtirasın piştovuyla kalbiniz susacak!
heyhat, sizden geriye kalan tohumları
İfrit Komitası nefretle sulayacak
İblis Şürekâsı şehvetle toplayacak
Şeytan Mafyası zafiyetle yutacak!

buyurun dostlar buyurun
lcd ekranda lsd tragedyasına!
ihtiyar rebetler şaşkın,
genç arıcılar şokta!
daha demin vuruldu
Çanakkaleli Melahat
Euripides'in tavernasında.
ne çabuk unuttunuz
öğle namazıyla kalkan ölünüzü
Sofokles'in kabristanında?
hayy de tekrar çal tekrar ağla
ah be güzelim Marika!
Mana mou Rebetika!

hayy da varsa giyin zırhınızı
bulursanız kuşanın kılıcınızı
haset, öfke, ihtiras korosu başladı rast
ya biteviye ölüm ya ölümüne savaş!

***

giriştim adam boyu kavramlara
kiriştim kalas, kafada kırılasıya
kafa kağıdımı yırtıp parçalayınca
kim olduğumu unuttum doyasıya!

ah kalbim dedim sonra,
sanki biri tuttu da kalbimi
ayırdı üçe, beşe, ona
üleştirdi Ege'nin yüzlerce adasına.
âdeta ben de oradaydım
Hipokrat yeminini yazarken
Sappho şiirini söylerken
Zorba doludizgin yaşarken
Eleni mübadelede ölürken
kalbimin bir parçasıyla.

hayy de gel külâhım
gidelim güzel Cuma'ya
Robinson'a sürpriz yapmaya,
bahardan bir koku duyurmaya.

hayy de hep beraber
bürünelim beyazlara
varalım er meydanına
bizi birbirimizden ayıran
haset, öfke ve ihtirasın
namert oyununu bozmaya!

***

Vayz Grek başlık. Pek süslü, sanırsın korent. To Dihty veyahut To Dixty. Grekçenin Latin ile yazılışı alengirli malum külâhım. Tuzak manasında, bildiğin duygu tuzağı. Tuzağı al, manaya gel. Stavros Xarhakos'un bestesi. Dahası çokbeçok sevdiğim bir musiki. Sırf bu müzikle az yol tepmedim. Costas Ferris'in eşsiz destanı, yakıp yandıran ağıdı Rembetiko'nun da film müziklerinden. Marika ablam söylesin ben ağlayayım. Ağlamadan dinleyemediğim şarkılardan zaten. Sanma ki salt kederden. Öyle hisler var ki, sevincin ve kederin de ötesinde. Sadece zârı zârı ağlanır o ülkede, sebepsiz sonuçsuz ağlanır sadece. Öyle ki kalp yüzer olur artık o denizde.

kalp bir gemi
gözdür dümeni.
boşaldıkça ipleri
dolar aşkla yelkeni.

Rebetiko, sadece bir müzik değil bir hayat tarzı, bir yaşam tavrı. Buzukinin, santurun, udun, akordeonun, kemençenin, klarinetin alev alev ağlayışı. Ege ve Akdeniz'in ışığında aklını unutmuşların sonsuz tınısı. Efelerin şiir gibi oynayışında kendini yitirmişlerin yelkenli yazgısı. Bizi biz yapan kadim sızı. Şiirimizin nadide izleği, daimi teması. Gizli Grekoluk da var serde. Neticede aynı toprağın, aynı yağmurun, aynı sesin, aynı neşe ve kederin çocuğuyuz. Binbir türlü dümenle, yok efendim ulus devletle, ah mübadeleyle, aman sürgünle bizi birbirimizden ayırdığını zannedenler zannededursun, biz bildiğin eskimeyen dostuz. Denizi kim ayırabilmiş allasen! Allah'ın izniyle sadece Musa peygamber. O da hainlerin üzerine kapansın diye kader... Rebetiko gepgeniş bir arazi, depderin bir deniz. Hususi manada, aşk kandilinin aydınlattığı varsıl bir dehliz. Şükür, kalbimizden hiç silinmeyen bir iz. Yaz yaz bitmez bir hissediş. Öyleyse, 50'lerde İstanbul'un hakiki meyhanelerinde sadece Kazancidis dinleyen bitirim ağbilerimizin aziz hatırasına gelsin okkalı bir söyleyiş:

http://www.youtube.com/watch?v=4H4_jMH5cPE

3 Nisan 2013 Çarşamba

Leylek



bu mısrayı neresinden tutsam?
hangi harften başlasam
hangi kelimeden çıksam?
kurulmamış bir cümle için
kaç yaprak müsvedde harcasam,
kaç tuş dokunuş geriye sarsam?

kaç yaprak açmış aylandızda
baharın kalemiyle mi saysam?
kaç baştankara ötmüş surlarda
rüzgârın kulağıyla mı duysam?
kaç leylek geçmiş Eğrikapı'dan
göğün gözüyle mi peşlerine takılsam?

tükenmez hazinenin membaına
al kalemimi dayasam
gürül gürül akan manadan
ak kırbamı doldursam
şiirin koluna girip sarılsıklam
hangi şelalenin ardına saklansam?

morlamış ballıbabalara dokunsam
zerdali çiçeğini bir sayfada kurutsam
bir sayhada
ayva çiçek açmış
çiçek ayva yapmış,
yazın geleceğini ben böylece anlasam.

senfonik leyleklerin getirdiği baharı
koynuma bastırıp yola koyulsam.

***

Surların yanında durdu. Gözlerinde bir sepyalık, bakışını gökte dondurdu. İşte! dedi, leylekler geliyor. Seni de leylekler getirmişti, hatırlıyor musun? Gayet ciddi, baharda doğmadım ki ben, dedim hayretle leyleklere bakarken. Şunların uçuşlarındaki fevkalâdeliğe bakar mısın, diye devam ettim. Sanki bir senfoniyi çalar gibiler. Bak, birinci keman leylekler, ikinciler, işte obuacılar, yan flütçüler, trompetçiler. Bak, dönmeye başladılar, yoksa arkadan gelen timpanicileri mi bekliyorlar? Buruk bir tebessümle koluma girdi. Surlara dokuna dokuna yürümeye başladık.

***

ud, obuayla fısıldaşıp
yağmurun içine gizlendi.
bulut ışıkta susup
kalbimi guruba benzetti:
sarardı beti benzi
kan bürüdü yangın yerini.

***

Bir eli sur duvarında, bu da neydi? dedi. Bir akşamüstü anısı, dedim. Bir akşamüstü kederle kelimelere bakıyordum. Yağmur yağıyordu. İstanbul'un bildik gri havası hem Boğaz'ı hem zihnimi kaplamıştı. İçimde birtakım hikâyeler dönüp duruyordu, belki leylekler gibi ardından gelecek sürüyü bekliyordu. Kelimelerin hangi malzemeden yapıldığını düşünüyordum. Malzeme bilgisi diyordum, tabiatın en mühim bilgilerden biri. Gördüğüm her şeyin hangi şeyden imal olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ağaçtan kalem, denizden mürekkep, çamurdan insan, cümlesi yoktan var... O esnada bulutlar dağıldı, batan güneşin kızıllığı gurubu kapladı. Kalbimde yokluğun anısı kaldı... Şefkatle yanağımı okşadı. Sabahları lemursun ama Allah'tan akşamları meke oluyorsun diye beni avuttu. Avundum. Ürkek meke gibi iskelenin altına saklanacak gibi oldum. İçimde baharın rüzgârı esti. Perdeleri havalandırıp, eşyaları devirdi. Konuşasım vardı ama sustum.

Uyumsuz binaların arasında Mihrimah Camii göründü. Şu ara İstanbul'daki her yapı gibi restorasyona tabiydi. İçim şişti, dedim, ha babam tenekeyle, iyi ihtimal tahta perdeyle çevrili yapılar görmekten. Bütün İstanbul restorasyonda yahu. Oldu olacak, şehrin surlarını kaldırsınlar, çevresini tenekeyle kuşatsınlar! Tenekeyle muhasara altına alınmış tek şehir de İstanbul olsun böylece! Bir şey demedi, yürümeye devam ettik. Şu yokluğu biraz daha anlatsana, dedi, Mihrimah'ın tenekelerine bakarken.

İlahi var etmenin yoktan olduğunu biliyorum, dedim. Nereden biliyorsun, dedi. Mutlak var olan, kendini ancak yoklukla anlatabilir çünki. Nasıl güneşi geceyle anlatıyor, varlığı da yoklukla anlatacak tabiatıyla. Bu yokluk ne demek peki? dedi. Tıpkı ağaç maddesinden kalem imali gibi. Nasıl kalemin özünde ağaç var, yok maddesinden var olmuşların özünde de yok var. Yani var gibi görünenin ardını sezince, varlık libasını üstünden fora edince geriye kalan yok. Geriye kalanın adı yani: Yok!

Neden yapılmış bu, sudan mı yapılmış, ateşten mi yapılmış? Hepsi yoktan yapılmış. O zaman hepsinin özünde yokluk var. Yaratılan her şeydeki bu yokluk, mutlak varın varlığını anlatma yöntemi. Var olan, varlığı anlatmak için yokluğu kullanmış. Neresinden baksan lirik bir diyalektik. Şair burada kendini anlatmış. Şair, kendini kime anlatmış, şair olmayanlara anlatmış, kime olacak! Vallahi ne de güzel yapmış, ne yaparsa güzel yapar beyhude denmemiş.

Yok olduğumuzdan hiç şüphen yok mu bu hâlde? dedi. Yürümeyi bırakmış, dosdoğru gözlerime bakıyordu. Leylekler çoktan gözden kaybolmuştu. Akşamın masif örtüsü, doğudan âlemi örtmeye başlamıştı. Biliyor musun, dedim. Hiç, yok'un Farsçası. Hiç ile yok manadaş kelimeler. Hiç mi yok? Yok mu yok? Yok mu hiç? Hiç mi hiç! Yoktan var etmeye, hiçten her yapmak da diyebiliriz bu hâlde. Her, hiçi kullanıyor, herliği hiçe anlatmak için. Hiç, herliği nasıl anlayacak, hiçliğine bakıp anlayacak. Hiçliği bilen herliği de bilecek. Hiç, here araz çünki. Hiç, Her'in mülkü. Evet, Her'in karşısında hiçten hiç şüphem yok.

Demek, dedi, hiçliğine bakıp anlayacak. Herlikten anlamayana da terlik bu yüzden hak olacak he! diye gürledi. Güldüm, güldü. Bundan âlâ anlatılamazdı, dedim. Çok acıtır mı o terlik sence? diye sordu. Bilmem ki, dedim.
- Anne terliği ne kadar acıtırsa o kadar belki.
- Beni en çok annemin terliği acıtmıştır oysa ki.
- Annenin gözünden düşmek, rahimden kubura düşmek misalidir çünki.

Kısa metraj yolculuğumuzun sonuna gelmiştik.  Mihrimah'tan karşıya geçip Kariye'ye doğru yürüdük. Allah'tan dedim, Kariye restorasyonda değil. Terakota ve taştan imal yapının karşısında rüküşlüğün aşina görüntüsü, tahta iskemleli çay bahçesinden plastik sandalyeli kebapçıya evrilmiş hıncahınç bir tıkıntı kahvesi. Oturalım istersen, dedi. Sen sevmezsin böyle yerleri, dedim. Olsun dedi, Türk kahvesi içer Kariye'yi izleriz. En kuytu masaya kurulduk. Akşam ezanı okunmaya başladı. Baktım, külâhım ziyadesiyle bahtiyardı.

***

Akdeniz'e yürüyor fotoğrafın fili
kaleme tünüyor bilincin leyleği
iniyor ha herlik kafaya
büyüdükçe büyüyor hiçliğin şişi.

fotoğrafın fili Akdeniz'e yürüyor.
bilincin leyleği kaleme tünüyor.
iniyor ha herlik kafaya
hiçliğin şişi büyüdükçe büyüyor.

[Fotoğraf @Malaga, İspanya]]

Qualia

ölüversen öyle zahmetsiz bebek gibi, çocuk gibi memeden yeni kesilmiş adın okunan yüzünde tamam bir gülümseme boran fırtınan dinmiş  ateşin ...