3 Nisan 2013 Çarşamba

Leylek



bu mısrayı neresinden tutsam?
hangi harften başlasam
hangi kelimeden çıksam?
kurulmamış bir cümle için
kaç yaprak müsvedde harcasam,
kaç tuş dokunuş geriye sarsam?

kaç yaprak açmış aylandızda
baharın kalemiyle mi saysam?
kaç baştankara ötmüş surlarda
rüzgârın kulağıyla mı duysam?
kaç leylek geçmiş Eğrikapı'dan
göğün gözüyle mi peşlerine takılsam?

tükenmez hazinenin membaına
al kalemimi dayasam
gürül gürül akan manadan
ak kırbamı doldursam
şiirin koluna girip sarılsıklam
hangi şelalenin ardına saklansam?

morlamış ballıbabalara dokunsam
zerdali çiçeğini bir sayfada kurutsam
bir sayhada
ayva çiçek açmış
çiçek ayva yapmış,
yazın geleceğini ben böylece anlasam.

senfonik leyleklerin getirdiği baharı
koynuma bastırıp yola koyulsam.

***

Surların yanında durdu. Gözlerinde bir sepyalık, bakışını gökte dondurdu. İşte! dedi, leylekler geliyor. Seni de leylekler getirmişti, hatırlıyor musun? Gayet ciddi, baharda doğmadım ki ben, dedim hayretle leyleklere bakarken. Şunların uçuşlarındaki fevkalâdeliğe bakar mısın, diye devam ettim. Sanki bir senfoniyi çalar gibiler. Bak, birinci keman leylekler, ikinciler, işte obuacılar, yan flütçüler, trompetçiler. Bak, dönmeye başladılar, yoksa arkadan gelen timpanicileri mi bekliyorlar? Buruk bir tebessümle koluma girdi. Surlara dokuna dokuna yürümeye başladık.

***

ud, obuayla fısıldaşıp
yağmurun içine gizlendi.
bulut ışıkta susup
kalbimi guruba benzetti:
sarardı beti benzi
kan bürüdü yangın yerini.

***

Bir eli sur duvarında, bu da neydi? dedi. Bir akşamüstü anısı, dedim. Bir akşamüstü kederle kelimelere bakıyordum. Yağmur yağıyordu. İstanbul'un bildik gri havası hem Boğaz'ı hem zihnimi kaplamıştı. İçimde birtakım hikâyeler dönüp duruyordu, belki leylekler gibi ardından gelecek sürüyü bekliyordu. Kelimelerin hangi malzemeden yapıldığını düşünüyordum. Malzeme bilgisi diyordum, tabiatın en mühim bilgilerden biri. Gördüğüm her şeyin hangi şeyden imal olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ağaçtan kalem, denizden mürekkep, çamurdan insan, cümlesi yoktan var... O esnada bulutlar dağıldı, batan güneşin kızıllığı gurubu kapladı. Kalbimde yokluğun anısı kaldı... Şefkatle yanağımı okşadı. Sabahları lemursun ama Allah'tan akşamları meke oluyorsun diye beni avuttu. Avundum. Ürkek meke gibi iskelenin altına saklanacak gibi oldum. İçimde baharın rüzgârı esti. Perdeleri havalandırıp, eşyaları devirdi. Konuşasım vardı ama sustum.

Uyumsuz binaların arasında Mihrimah Camii göründü. Şu ara İstanbul'daki her yapı gibi restorasyona tabiydi. İçim şişti, dedim, ha babam tenekeyle, iyi ihtimal tahta perdeyle çevrili yapılar görmekten. Bütün İstanbul restorasyonda yahu. Oldu olacak, şehrin surlarını kaldırsınlar, çevresini tenekeyle kuşatsınlar! Tenekeyle muhasara altına alınmış tek şehir de İstanbul olsun böylece! Bir şey demedi, yürümeye devam ettik. Şu yokluğu biraz daha anlatsana, dedi, Mihrimah'ın tenekelerine bakarken.

İlahi var etmenin yoktan olduğunu biliyorum, dedim. Nereden biliyorsun, dedi. Mutlak var olan, kendini ancak yoklukla anlatabilir çünki. Nasıl güneşi geceyle anlatıyor, varlığı da yoklukla anlatacak tabiatıyla. Bu yokluk ne demek peki? dedi. Tıpkı ağaç maddesinden kalem imali gibi. Nasıl kalemin özünde ağaç var, yok maddesinden var olmuşların özünde de yok var. Yani var gibi görünenin ardını sezince, varlık libasını üstünden fora edince geriye kalan yok. Geriye kalanın adı yani: Yok!

Neden yapılmış bu, sudan mı yapılmış, ateşten mi yapılmış? Hepsi yoktan yapılmış. O zaman hepsinin özünde yokluk var. Yaratılan her şeydeki bu yokluk, mutlak varın varlığını anlatma yöntemi. Var olan, varlığı anlatmak için yokluğu kullanmış. Neresinden baksan lirik bir diyalektik. Şair burada kendini anlatmış. Şair, kendini kime anlatmış, şair olmayanlara anlatmış, kime olacak! Vallahi ne de güzel yapmış, ne yaparsa güzel yapar beyhude denmemiş.

Yok olduğumuzdan hiç şüphen yok mu bu hâlde? dedi. Yürümeyi bırakmış, dosdoğru gözlerime bakıyordu. Leylekler çoktan gözden kaybolmuştu. Akşamın masif örtüsü, doğudan âlemi örtmeye başlamıştı. Biliyor musun, dedim. Hiç, yok'un Farsçası. Hiç ile yok manadaş kelimeler. Hiç mi yok? Yok mu yok? Yok mu hiç? Hiç mi hiç! Yoktan var etmeye, hiçten her yapmak da diyebiliriz bu hâlde. Her, hiçi kullanıyor, herliği hiçe anlatmak için. Hiç, herliği nasıl anlayacak, hiçliğine bakıp anlayacak. Hiçliği bilen herliği de bilecek. Hiç, here araz çünki. Hiç, Her'in mülkü. Evet, Her'in karşısında hiçten hiç şüphem yok.

Demek, dedi, hiçliğine bakıp anlayacak. Herlikten anlamayana da terlik bu yüzden hak olacak he! diye gürledi. Güldüm, güldü. Bundan âlâ anlatılamazdı, dedim. Çok acıtır mı o terlik sence? diye sordu. Bilmem ki, dedim.
- Anne terliği ne kadar acıtırsa o kadar belki.
- Beni en çok annemin terliği acıtmıştır oysa ki.
- Annenin gözünden düşmek, rahimden kubura düşmek misalidir çünki.

Kısa metraj yolculuğumuzun sonuna gelmiştik.  Mihrimah'tan karşıya geçip Kariye'ye doğru yürüdük. Allah'tan dedim, Kariye restorasyonda değil. Terakota ve taştan imal yapının karşısında rüküşlüğün aşina görüntüsü, tahta iskemleli çay bahçesinden plastik sandalyeli kebapçıya evrilmiş hıncahınç bir tıkıntı kahvesi. Oturalım istersen, dedi. Sen sevmezsin böyle yerleri, dedim. Olsun dedi, Türk kahvesi içer Kariye'yi izleriz. En kuytu masaya kurulduk. Akşam ezanı okunmaya başladı. Baktım, külâhım ziyadesiyle bahtiyardı.

***

Akdeniz'e yürüyor fotoğrafın fili
kaleme tünüyor bilincin leyleği
iniyor ha herlik kafaya
büyüdükçe büyüyor hiçliğin şişi.

fotoğrafın fili Akdeniz'e yürüyor.
bilincin leyleği kaleme tünüyor.
iniyor ha herlik kafaya
hiçliğin şişi büyüdükçe büyüyor.

[Fotoğraf @Malaga, İspanya]]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Qualia

ölüversen öyle zahmetsiz bebek gibi, çocuk gibi memeden yeni kesilmiş adın okunan yüzünde tamam bir gülümseme boran fırtınan dinmiş  ateşin ...